İnsan Haklarının 70 Yılı. Bölünemez. Devredilemez. Evrensel.

takdim

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi bundan 70 yıl önce kabul edilmiştir. Bildirge, insanın şahsi onurunu ve kadınlarla erkekler için tüm dünyada eşit haklar ilan eder; bu en temel normatif ifade, İkinci Dünya Savaşından sonra politik, medeni, ekonomik ve kültürel hakların/insan haklarının korunmasına yönelik bir sistemin başlangıç noktası olmuştur. Bu bir kutlama fırsatı olabilir. Ancak insan hakları çok büyük baskı altındadır.

Teaser Image Caption
BM duvarında insan hakları evrensel beyannamesi

Heinrich Böll Stiftung demokrasi, onur ve özgürlük kavramlarını bir gerçeğe dönüştürmek, aynı zamanda insan haklarını savunmak ve mümkün olduğunca geliştirmek için tüm dünyadan ortaklarla çalışmaktadır. İnsan hakları, demokrasi ve ekolojik sürdürülebilirlik, bu sacayağı faaliyetlerimizin temelini oluşturmaktadır.

“Bütün insanlar hür, onur ve haklar bakımından eşit doğarlar.”

(İHEB Madde 1)

70 yıl önce Birleşmiş Milletler Genel Kurulu, İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini (İHEB) kabul ettiğinde, bu açık ve güçlü mesaj verilmiştir. Madde 1, İHEB’in en temel ifadesi olup kendi normatif yapısını ortaya koyar. Bildirge insanları, onların devredilemez onurlarını ve haklarını merkez alır. İnsan onurunu koruyan ve özgür iradeyle belirlenmiş hür bir yaşamın ön koşulu olan insan hakları, bütün insanlara her zaman, her yerde kayıtsız şartsız ve kısıtlamasız sunulmalıdır. Yani, kim olduğuna, nereden geldiğine, nerede yaşadığına, nasıl göründüğüne, neye inandığına, kimi sevdiğine ve ne yapmış olduğuna aldırmaksızın bütün insanlar eşittir ve aynı bölünemez, devredilemez, evrensel haklara sahiptirler. Yetmiş yıl sonra bu, hâlâ bir ütopyadır.

Herkes için insan hakları – hâlâ bir ütopya

Bugün, İHEB’nin 70. yıldönümünde, insan haklarının büyük çapta paylaşılan hümaniteryen bir ütopya olarak nasıl küçümsendiğine, alay konusu olduğuna tanıklık etmekteyiz. Küresel ortak görüşle kabul edilen ve 1993’te Viyana’daki Dünya İnsan Hakları Konferansında tekrar yinelenen insan haklarının bölünmezliği ilkesi yıpranıp aşınmaktadır. İkinci Dünya Savaşından bu yana daha fazla insanın kendi devletlerinin uyguladığı şiddet ve zulümden kaçmaları bir yana, gözaltında tutulan, baskıya uğrayan ve öldürülen aktivistlerin, insan hakları savunucularının ve gazetecilerin sayısı giderek artmaktadır. Bugün İHEB’nin temel ilkeleri, evrensellik ve bölünmezlik, öylesine temelden sarsılmaktadır ki on yıl önce bunu düşünmek bile imkânsızdı. Haziran 2018’de ABD Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyinden ayrıldı; bu hareket, dünya üzerindeki devletlerin egemenliği her şeyden üstün tuttuklarını, evrensel değerleri belli şartlara bağladıklarını, (ırkçı ve völkisch iddialarla) azınlıkların korunmasıyla beraber din özgürlüğünün de geçmişe karışmasına sebep olduklarını göstermektedir. Diğer taraftan, Çin ve Rusya gibi eski otoriter rejimlerin özgüvenlerini nasıl yenilediklerini de görmekteyiz. Türkiye ve Macaristan gibi yeni, otoriter, sağ merkezci popülist ve illiberal rejimlerle beraber, uzun yıllar içinde geliştirilmiş olan çok taraflı insan hakları yapısına ve onun normatif ilkelerine saldırıyorlar. Latin Amerika kıtası da, özellikle Brezilya’da Bolsonaro’nun seçilmesinin ardından uç noktaya ulaşan bir politik gerilemenin etkisi altındadır. Bolsonaro’yla beraber şiddeti yücelten, kadınları hor gören ve askeri diktatörlükle işkenceyi savunan bir başkan başa geçmiştir.

Bu liderlerin hepsinin ortak noktası hukukun temel ilkelerine, bağımsız adalet sistemine, bağımsız basına ve güçlü, eleştirel bir sivil topluma gerçekten karşı olmalarıdır. Otoriter rejimler, popülist siyasi partiler ve illiberal demokrasiler, völkisch-ulusal düşmanlıkları ve etno-kültürel bakış açılarıyla homojen bir ulus kimliği yanılsamasını beslerler. Toplumda sosyal, ekonomik ve kültürel olarak dışlanmış (ya da kendisini dışlanmış gören), gizli bir belirsizlik ya da gerçek bir güvensizlik hissiyle beraber siyasi, ekonomik ve kültürel elitlerin şiddetine maruz kalarak geride bırakıldığını düşünen gruplar bu düşmanlıklara tutunur. Elitlere karşı nefret uyandırmak, popülist ve aşırı sağcı aktörlerin kullandığı en temel itici güçlerden biridir.

Kadın hakları, insan haklarıdır.

Özgürlükçü ve kültürel kazanımları tersine döndürmek, dünya çapındaki anti-liberal güçleri harekete geçiren işte budur: gelenek, “ortak völkisch değerler” ve din adına “geleneksel değerler”e tekrar kavuşulmak isteniyor, bu değerler yüzünden insan hakları ihlalleri haklı gösteriliyor, farklı inançtan insanlar baskıya uğruyor, kadınlar ayrımcılığa maruz kalıyor ve farklı cinsel yönelimlere sahip olanlara suçlu muamelesi yapılıyor. Dünya nüfusunun yarısına yakını, farklı cinsel yönelimlere ve cinsel kimliklere sahip kişilerin mahkemede yargılanabildiği ülkelerde yaşamaktadır. Hatta bu kişiler İran, Yemen, Moritanya, Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Sudan gibi bazı ülkelerde ölüm cezası tehdidiyle karşı karşıyadırlar. Aşırı muhafazakâr STK’lar, dini ve ülkeler arası kuruluşlar din, kültür ve gelenek arasındaki bağı kurnazca kullanıyorlar; kadın haklarına, üreme haklarına ve cinsel yönelimde hür iradeye karşı saldırılarını savunmak adına bu bağı retorik olarak devlet egemenliğiyle ilişkilendiriyorlar. Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Sözleşmesi (CEDAW) kadın haklarının insan hakları olduğunu açıkça kabul eder ve bu anlamda insan hakları tarihindeki başarılardan biri olarak görülür. 1979 tarihli bu ayrımcılık karşıtı sözleşme, çok taraflı insan hakları sisteminin bir zamanlar ne kadar ileri gidebildiğini gösterir. Ancak bunun da ötesinde, kadınların uluslararası hukukta belirli düzenlemeleri elde etmek için verdikleri mücadelenin ve korunmaları gerektiğinin kanıtıdır. CEDAW, önemli bir referans noktası olarak hâlen dünyada devletlere koruma ve uygulama sorumluluklarını, pek çok rejim kaçınsa da, hatırlatmak için kullanılmaktadır. Heinrich Böll Stiftung’un geniş bir yelpazeye yayılmış partnerleri vardır; politik, sosyal, kültürel haklarla üreme haklarını savunan, adli ve sosyal ayrımcılığı ortadan kaldıran, suç olarak sayılmaya karşı savaşan dünya çapındaki kadın ve LGBTİ kuruluşlarını destekler. Yakın bir zamanda, Heinrich Böll Stiftung’un partnerlerinin de içinde bulunduğu büyük çaplı bir birlik Hindistan’da Anayasa Mahkemesi aracılığıyla homoseksüelliğin yasallaşmasını sağlamıştır.

İktidar ve kâr insan haklarına karşı

Gücün yanı sıra politik ve ekonomik ayrıcalıkları, her ne pahasına olursa olsun savunmak demokrasi ve insan hakları ilkelerine zarar veren en önemli sebeplerden biridir. Son yıllarda çevreci aktivistlerle insan hakları aktivistlerine yönelik saldırılar tekrar artışa geçmiştir. Yağmur ormanları yok ediliyor; tarımsal sanayi ve altyapı projeleri uğruna yerel topluluklar parçalanıyor; giyim üç beş kuruşa üretiliyor. Yeni politik sağ bu kalkınma gündeminin de ilerlemesini sağlıyor. Trump Paris Anlaşmasından çekiliyor; Bolsonaro Amazon yağmur ormanlarını tümden kesmeye bakıyor; Doğu Avrupa’da kömür yakıtlı yeni enerji santralleri inşa ediliyor, çoğunlukla da insanların ekonomik, sosyal ve kültürel haklardan çok refaha ihtiyaç duydukları bahane ediliyor. Bunun sonucunda insan hakları karşı karşıya getiriliyor, dahası kendi içlerinde sınıflandırılıyorlar. Kesinlikle insan hakları ve onuru göz önünde bulundurularak hareket edilmiyor; tam tersine, politik güç ve ekonomik kazançlar peşinde koşuluyor. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, hatta ekonomik ve sosyal anlaşmalar insan haklarını bütün kategori ve yönleriyle ne kadar ele alsa da büyük bir güçlük kalmaktadır, bu da insan haklarının bağlayıcılığıyla, devletlerin yanı sıra özel aktörler ve işletmeler tarafından uygulanıp gözetilmesidir.

Eleştirel ve özgürlükçü sivil toplumu hedef almak

Politik ve ekonomik aktörler insan haklarının gelişimini göz ardı etmeye devam ettikçe bu hakların evrensel ve bölünemez olarak geçerliliklerini savunmak ve onları her geçen gün talep etmek daha da önem kazanıyor.

Neyse ki tüm dünyada yorulmak bilmeden, büyük bir hırsla bunun için çalışan ve insan onurunu savunmak için çabalayan insanlar ve kuruluşlar var. Mesela bizim partnerlerimiz. Sivil toplumdan aktörlerin bu amaç uğrunda çalışmaları temel bir yapıya ve insan haklarına, örneğin düşünce, basın, örgütlenme ve toplantı özgürlüklerine sahip olmalarıyla kolaylaşır. Bugünse baskıcı yasalarla akla gelmeyecek şekillerde (daralan yaşam alanlarıyla) ezilip cezalandırılıyorlar.

Eleştirel sivil toplum temsilcileri ve özgürlük için mücadele edenlerin yanı sıra hükümetleri eleştiren STK’lar çok sayıda yasal, idari ve baskıcı önlemin hedefi haline gelmektedir. Bu önlemler bürokratik koşullar ve sansürden karalama ve itibarsızlaştırma kampanyalarına kadar çeşitlilik gösterir, hatta açık tehdit, şiddet ve cinayete kadar varır. Hükümetler yerel partnerlerini destekleyen yabancı kuruluşları da gözlerler. Günlük hayatta sözde STK mevzuatıyla izinler iptal ediliyor, vizeler ve tescil başvuruları reddediliyor, ofisler kapatılıyor, hesaplar donduruluyor, kuruluşlar “yabancı ajan” olarak yaftalanıyor, çalışanlar tehdit ediliyor; bunlar yapılanların sadece bir kısmı.

Partnerlerimiz insan hakları için savaşıyor

Böyle davranışlar, eleştirel entelektüellerin, gazetecilerin, avukatların, çevrecilerin, kadın aktivistlerin, LGBTİ ve insan hakları aktivistlerinin dâhil olduğu geniş çaplı uluslararası bir ağa sahip olan Heinrich Böll Stiftung’u çok kötü etkilemektedir. Biz haklarını bilen, barışçıl ve demokratik yollarla bu hakları elde etmek ve korumak için mücadele eden, despotluk ve baskılara karşı duran, ekolojik ve ekonomik geçim kaynaklarını korumak, sosyal ve çevresel standartlarla kendi insan haklarını elde etmek için çabalayan insanları destekliyoruz.

Vakfımızın destekledikleri arasında Arjantin, Zimbabve ve Kenya’daki yerel topluluklar da bulunmaktadır. Bu toplulukların geçim kaynakları mineral, lityum ve elmas madenciliği ya da büyük ölçekli altyapı projelerinin tehdidi altındadır. Bu konuda Vakıf yasal çözüm yollarına da başvurarak uluslararası anlaşma ve sözleşmeleri gözetmeye önem verir. Tıpkı 169 sayılı ILO Sözleşmesi gibi; bu sözleşme özellikle yerli halkların haklarını korumayı ve günlük hayattaki sosyal ve politik parametrelerin geliştirilmesini amaçlamaktadır.

Sömürüye son vermek adına çabaladıkları için çevreci aktivistler, insan hakları savunucuları ve sendikalar giderek daha çok baskıya uğruyor, tehdit ediliyor, hem devletin desteklediği hem de devletten bağımsız kişilerin zulmüne uğrayarak öldürülüyorlar. İnsanlar büyük ölçekli sanayi projelerini, örneğin liman ve baraj inşaatlarını ya da kömür, doğalgaz ve diğer kaynakların geliştirilmesi ve çıkarılmasına yönelik çalışmaları protesto ediyorlar. Yerel toplulukların tepkisini en çok çekense büyük ölçekli tarımsal sanayi projeleridir; topluluklar toprak gaspına karşı kendi geçim kaynaklarını koruyorlar. Global Witness kuruluşu ve The Guardian gazetesi 2017’de 197 çevreci aktivistin öldürüldüğünü kaydetti, çoğu tarımsal sanayi ya da doğal kaynakların sömürüldüğü projeler (petrol, doğalgaz, kömür, mineral madenciliği ve tarımsal sanayi) ile ilgileniyordu. Pek çok ülkede politik ve ekonomik çıkarlar el eledir. Örneğin altyapı projelerinin, bu projelerin bankalar veya devlet aracılığıyla finansmanlarının meclisin ya da kamu sektörünün denetimine tâbi olması ya da sendikaların kampanya düzenlemeleri hiç istenmez. Yozlaşma ve toprak istimlâklarına karşı yürütülen protestolar acımasızca bastırılır. Eleştirel sesleri susturmak yeni bir eğilim değildir. Ancak yeni olan, bunun yapılma derecesi ve sadece otokratik devletlerde görülmeyişidir. Donald Trump, Victor Orban, Jair Bolsonaro ve Jarendra Modi’nin (Hindistan) iktidara gelmeleriyle birlikte pek çok sayıda demokratik ve illiberal olarak adlandırılan demokrasiler de bu eğilimin etkisi altında kalmıştır.

İnsan hakları ve demokrasi el ele

Kompleks koşullar altında politik hayatın daha fazla demokrasi ve insan hakları için manevra alanı sağlayıp sağlamadığına karar vermek bir siyasi vakfın en temel faaliyetlerindendir. Bunun için işbirliği içinde bulunulan partnerlerin ve çalışanların güvenliğinin temini konusunda şaşmaz bir sezgiye sahip olunmalı ve sağduyulu bir değerlendirme yapılmalıdır. Öyle ki, bazen gerekli önlemlerin alınması, eğer manevra için hiç alan kalmadıysa da ülkeden çekilmek gerekebilir. Ancak biz, cesur insanları desteklemek, insan haklarının korunması ve eylem alanlarının geri kazanılmasında herkese yardım etmek için kalmayı çok istiyoruz.

Neticede insan hakları ve insan onuru bütün demokratik siyasal düzenlerin temelini oluşturmalı, bütün politik ve ekonomik eylemler bu amaca yönelik olmalıdır. Ancak bu yolla, herkesin onuruyla özgür iradeye dayanan hür bir yaşam sürmesi mümkün olur. Politik katılım, örgütlenme hakkı, şiddetten, açlıktan, susuzluktan ve baskılardan uzak olma hakkı, politik ya da dini eğilim seçme özgürlüğü; bütün bunlar insan haklarıdır ve hepsinin temeli 70 yıl önce İHEB’de atılmıştır. Bu haklar olmadan, adına yaraşır bir demokrasi mümkün olamaz.

Ütopyadan gerçeğe

Evrensel. Devredilemez. Bölünemez. Herkes için onur ve özgürlük. Bunun için çalışıyoruz. Dünya çapında pek çok cesur insanla aynı amacı paylaşıyoruz. Sonuçta, insan hakları “batı”ya ait değil; hiçbir zaman beyaz elitlerin “projesi” olmadı; insan hakları evrenseldir. Dünya çapındaki partnerlerimizle olan gündelik çalışmalarımız da bunu yansıtır.

İnsan hakları, demokrasi ve ekolojik sürdürülebilirlik; üçü birlikte Vakfımızın faaliyetlerini belirler. Gücümüz sosyal, ekolojik, toplumsal cinsiyet ve politikaya dair meseleleri insan hakları açısından ve her zaman demokrasiye dair sorular ışığında düşünmemizden geliyor. Örneğin toprağa, suya, kaynaklara erişim ya da üreme hakları gibi konular her zaman insan hakları ve demokratik katılım sorunlarıdır. Demokratik parlamentolarla sivil toplumun katılımı, basın özgürlüğü, güçler ayrılığı ve hukukun üstünlüğü hem demokrasi için gereklidir hem de mutlak insan haklarının ön koşuludur. Biz kendimizi bu demokratik ilkelerin hâmisi olarak görüyor, haklarını almak için demokratik ve şiddet içermeyen yolları kullanmayı savunan insanları destekliyoruz.

Sivil toplumun insan haklarını medeni bir dönüm noktası olarak anması yeterli değildir. Bu hakların devletin bütün kurumlarındaki faaliyetlerde, çok taraflı bütün anlaşmalarda referans alınması ve ilke edinilmesi gerekmektedir. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi insanları ve insan onurunu, özellikle devlet despotizmine karşı, savunduğunu ne kadar gösteriyor olsa da insan haklarını savunmak, korumak ve geliştirmek devletlere kalmıştır. İnsan hakları nasıl savunulursa savunulsun geliştirilmeleri gerektiğini unutmamak gerekiyor çünkü (dijitalleşme ya da yaşlanan toplumlar gibi) teknolojik ve sosyal gelişmeler insan haklarının kanunlaştırılması ve uygulanması aşamalarında yeni güçlükler getiriyor. Yaşlanan veya bakımevinde olan insanların onurlarını ve hür iradelerini nasıl koruyabiliriz? İnternette insan haklarına nasıl uyarız? İnternet üzerindeki gözetlemelere, nefret söylemlerine ve cinsel şiddete karşı neler yapabiliriz?

Sivil, politik, sosyal, kültürel ve ekonomik insan hakları bir bütündür, birbirlerine bağlıdır. Hakları karşı karşıya getirmemek, sınıflandırmamak ve başka çıkarlar uğruna feda etmemek; bu, bizim insan haklarına dayalı demokratik, ekonomik, sosyal ve kültürel politika anlayışımızı yansıtmaktadır. İnsan hakları evrenseldir, bölünemez ve devredilemez. Heinrich Böll Stiftung bunu savunmaktadır.